21 Ağustos 2019 Çarşamba

Koca Balkan



Balkanlar... Çok tanıdık, sanki biliyormuşuz gibi. Ta ki gidene kadar...

Prizren 



Bursa'ya mı geldik? Geziyoruz ama sanki Türkiye'den çok uzaklaşmamışız gibi. Türkçe yazılar, camiler evler... 











Garip bir şekilde her şey bizim buralara benzerken aynı zamanda farklıydı da. Sanki yine Türkiye'deydik ama bir şeyler tarihte farklı gelişmiş ve günümüz değişmişti. 





Çok fazla gezilip görülecek yeri yokmuş gibi gelebilir. Ama bahsettiğim bu benzerlik durumunu yaşamak çok garip bir duygu. Bir dükkana giriyorsun, satıcı Türkçe konuşuyor kapıdan cami görünüyor, ama dükkanın ismi yabancı. Gerçi bu Türkiye'de de sıkça olan bir durum ama biliyorsun işte aslında yurt dışındasın ve ortak şeyleri görmek ama farklı olduğunu bilmek enteresan bir deneyim yaşatıyor.













Köfte güzeldi. Bu yazıyı okuyup da giden olursa bence köfte balkan turunda yediğimiz en iyi köfteydi.

Üsküp

Mesela Üsküp öyle değil. İsmi ne kadar bilindik olsa da ne kadar ezan sesi duysanız da Osmanlı'da kalanın üzerine çok şey inşaa etmişler. Bir de Makedonya'lılık var. İskender var. Yunanlar'la paylaşılamayan İskender. Öğrendiğimize göre şehre yapılan yatırımlar da bu tarihi bilinci ayakta tutmak için kullanılmış. Bir yanda İskender heykeli, karşısında babası 2. Filip. Bizim gibi turistler için güzel görüntüler oluşturulmuş ama halkın her yere heykel dikilmesinden şikayetçi olduğu söyleniyor. Osmanlı'dan kalan bazı eserler TİKA tarafından restore edilmiş ama bazıları da gölgede bırakılmış. Fatih Sultan Mehmed köprüsü bunun en bariz örneği. Bunun gibi şeyleri Balkanlar'ın diğer ülkelerinde de gördük. Tarihi olduğu gibi kabul edememek tüm topraklarda var sanırım... Geçmiş değiştirilerek gelecek çizilemez gibi geliyor bana. Belki de çiziliyordur bilemiyorum...

























Dediğim gibi şehir gösterişli yapılar ve heykellerle karşılıyor bizi. Bir çoğu da yeni. Sonra şehrin asıl eski mekanlarına doğru gidiyoruz görünenin altındakini görmek için...


































Böyle yerlere gittiğimizde ara sokaklara girip kaybolmak huyumuzdur. Böyle kaybolmalarımızda öğrendiğimiz şeyler daha farklı olur. Önce Osmanlı'dan kalan çarşıyı gezdik, oradan pazara geçtik ki çok ilginç bir pazardı. Devamında saat kulesini görmek için yolun karşısına ara sokaklara daldık. Oradan da kafamıza göre devam ettik. Bize terk edilmiş gibi gelen Yugoslav yapısı bir okul bahçesinde bulduk kendimizi. Bizi caddeye çıkaracağını düşündüğümüz birinin peşine çaktırmadan takıldık. Sonra bir yerde durduk. Çukur dizisinin sembolleri vardı her yerde. Yürümeye devam ettik. Tekrar Osmanlı çarşısına gittik. daha önce gördüğüm bir mekana çıktık. Neredeyse akşam olmuştu. Bir şeyler içtik. Denedik de diyebilirim. Kaleye gitmek için geç olduğunu düşünüyorduk. Mekandan çıktık. geldiğimiz yolun tam tersi yönüne doğru 25 metre kadar yürüdüğümüzde zaten kaleye gelmiş olduğumuzu gördük. Biz kaledeyken akşam okunuyordu, dağın tepesinde de bir haç vardı milenyum haçı.











 Tekrar meydana, nehir kenarına indik. Kaledeyken duyduğumuz davul zurna seslerine doğru. Meğer festival varmış. Halkoyunları festivali. 3 dilde anons yapıldı. Bir kaç ülkeyi izledik. Kıbrıs da vardı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet'i. Türkiye de vardı. Az önce ezan okundu. Dağda haç var. Üsküp'teyiz. Rahibe Teresa, Agnes Gonca Boyacı... Balkanlar daha ilk günden bana derinliğini hissettirdi. Hiç de bildiğim gibi, sandığım gibi tanıdık olmadığını. Anlatılanların sığlığını. Resmin tamamında çok daha karmaşık ve insanların nasıl çelişkilerle dolu olduğunu...








Ertesi gün öğreneceğim şeylerden birinin daha başlığıyla karşılaştım Matka Kanyon'u. Konuysa doğa. Tahrip edilmemiş doğa.












Kanyon'da insan etkisi elbette var. Yugoslavya'dan kalma bir baraj. Ama turizme o kadar iyi kazandırılmış ki etrafa bakarken çok fazla rahatsızlık duymuyorsunuz. Doğa yine büyük ölçüde yerli yerinde duruyor. 

Sonra Kalkandelen ve Alaca Cami.












Ohri

Ohri gerçekten anlatılması güç bir yer. Sanki her şey var ama lüks değil gibi. Ulaşılması güç değil gibi. Tekrardan gidilip tatil yapılası bir yer. Denize girer gibi göle girmekten, tarihi mekanlarına, restoranlarına, fiyatlara, doğal güzelliklerine... En keyif aldığım ve hayran olduğum yerlerden biriydi Ohri. Her şeyden biraz da olsa yaşamaya çalıştık.













































Cumbalı evlerin arasında gezdik, kaleye çıktık, insanların önerdiği restoranda gölden çıkan alabalıktan yedik, göle girdik. Ertesi sabah gölü besleyen kaynaklardan birinin olduğu St. Naum'a doğru yola çıktık. Artık Balkanlar'daki gezinin doğa başlığının altı iyice dolmaya başlamıştı. Üstelik turistik olan yerlerinde. St. Naum'a giderken yolumuzun üstünde iki durak daha vardı. Bunlardan biri Yalnızca bizim gezimiz için değil Dünya tarihi için de çok önemliydi.

Niyazi Bey Köşkü

Niyazi bey Resneli Niyazi Bey olarak da anılır. Cumhuriyet tarihinden önemli bir yeri olan Niyazi Bey'in köşkü etkileyici ama bakımlı olduğu söylenemez.









Manastır


"Manastır'ın ortasında var bir havuz, canım havuz." Bir öğrencim vardı sürekli bu şarkıyı söylerdi. Benim de gözümde canlanırdı şarkı sözleri. Şimdi orada olmak hayalle gerçeğin karışması... Eski cadde, balkon, subay binası ve son olarak idadi. Osmanlı Kara Harp Okulu. 






































Selanik'te doğ, Manastır'da eğitim gör sonra gel Anadolu'ya Cumhuriyet'i kur. Şu cümlenin içine sığan tarih aralığında yaşanılan her şey o kadar şaşırtıcı ki şuanda olduğunu hayal edebilmek bile çok zor. Doğduğun yer, okuduğun yer artık başkalarının yönetimine geçmişken sen Erzurum'a kadar gidip yeni bir Cumhuriyet kur. Nereden anlatsan, nasıl cümle kursan karşılamıyor. Orada olabilme sebeplerinden en önemlilerinden biri yine o baktığın bahçe. Bir biri içine geçmiş zaman çerçevelerinden bakmak gibi. Söylenebilecek çok şey var, düşündükçe yazılabilecek çok şey...






St. Naum

Ben gitmeden önce tekne turu yapacağımızı bilmiyordum. O durumda bile benim için çok etkileyiciydi. Sonra daha da etkileyici hale getiren geziye çıktık. Suya girmeyi istememe sebep olan ama suya girmek yasakmış, gölde herhangi bir şeyi koparmak bile yasakmış söylenene göre. Gözlerim suyun dibinde pet şişe aradı ama gördüğüm sadece balıklar, kuşlar ve yer altından kaynayan buz gibi sulardı.



























Tiran

Eğer Arnavutluk'un geçmişini öğrenmeseydim gittiğime pişman olabilirdim. Ama tarihi öğrenince en etkileyici yerlerden biri oldu benim için. Verilen kararlar bir ülkeyi nereden nereye getiriyor Tiran bunun en güzel örneklerinden biri.














Gece Adriyatik denizinin kenarında kaldık. Denize girdik. Hava kapalıydı ama deniz ve kumsal güzeldi.










Budva ve Kotor

Deniz ve kale. Hatta kale içi. Gitmeden önce hiç dikkat etmemişim fotoğraflarına falan bakmamışım. Gördüğümde çok şaşırdım. Özellikle Kotor sizi anında geçmişe götürüyor. Dar kaleiçi sokaklarında yürürken hiç bir yere gitme telaşı hissetmedim. Zaten bir yerde gibiydim, geçmişte bir yerde. Biz bu kadar keyif alırken sd kart arıza vermeye başladı ve bazı fotoğraf ve videolar bozuldu. Üstüne bir de yağmur bastırdı. Bileklerimize kadar gelen su moralimizi bozmadı tam tersine unutamayacağımız bir hatıraya dönüştü.



























































Karadağ ülke ismi olunca çok fazla bir şey ifade etmiyor olabilir. Ama bu bölgenin güzellikleri turizmle birlikte ülkeyi ayakta tutan en büyük etkenlerdenmiş. Zaten biraz ileride Dubrovnik var. 

Mostar

Kotor'dan Mostar'a uzun bir yol kat ettik. Aslında mesafe uzun değil ama yollar o kadar dar ki hızlı gidemiyorsunuz.Tekrar aynı konu başlığı önümüze geliyor. Turizmin bu kadar önemli olduğu bir yerde yollar bildiğin köy yolu. Ve zorlu. Ama etraf o kadar güzel ki, sadece yol, orman ve aralarına serpiştirilmiş küçük tarla ve köyler var. Sanki bütün ülkeyi turistler görsün diye en son doğal haliyle bırakmışlar. Tarım bile modernleşmemiş. Tarlalardaki otları bile bizdeki en eski yöntemlerle istifliyorlar. Neredeyse traktör görmedik. İyi ya da kötü diyecek halim yok ama etkileyici. Bosna'ya geçtiğimizde de durum çok değişmedi.

Mostar'a vardığımızda hava kararmıştı ve sokaklar boştu.












Benim için gezinin en anlamlı ve merak ettiğim ülkesine gelmiştik artık. Bosna. Çocukluğumdan hatırladığım Bosna savaşı ve o zamanki haberler. Aklımda kalanlar ve o zaman bende uyanan intiba. Hepsini yerinde görecektim sağlamasını yapacaktım. Bize anlatılanlarla buralarda yaşanılanlar ne kadar örtüşüyordu ve son durum nasıl.
















Duvarlardaki mermi izleri, şehrin ortasındaki şehitlikler, köprünün yıkılmış görüntüsü... Daha çok taze, çok yakın. Ama insanlar bir çok şeyi aşmış gibi, artık çok uzakmış gibi toparlanmış görünüyorlar. Daha 24 yıl önce insanların birbirlerini öldürdükleri yerde şimdi turistik geziler yapılıyor ve üstelik birbirleriyle savaşmış bu insanlar yine aynı şehirde yaşıyor. Daha önceden birlikte yaşayıp sonra birbirine düşürülen bir çok insan gibi. Savaşmış insanların yerine hiç savaşta bulunmayın insanların hayallerindeki gibi sert ayrımlar yok. Olanlar için de artık savaş yok. Yugoslavya'dan sonra ayrılan ülkeler yine birbirleriyle karışık milletlerden oluşuyor. Bosna'nın yönetimi bile bir çok konuda sorularımı cevaplar nitelikte...

Saray Bosna











































































Bosna'da etkileneceğimi biliyordum ama tahmin ettiğimden fazlasıydı benim için. Balkanlar'da gezdiğimiz her yerde olduğu gibi ve hatta daha fazlası doğa için burada da söylenebilir. İnsan etkisi çok az. Dağlar, ormanlar, akarsular... Yerleşim yerleri de bunlara uyumlu. Yorumlar geliyor "Bizim ülkemizde de var benzer yerler, daha güzelleri var..." falan ama hemen hemen hepsinin ardından gelen klasik cümle "ama sahip çıkmıyoruz, kirletiyoruz..."  Doğru belki ama bu kadar sığ değil, bu kadar basit değil.  Bunca yıl savaş görmüş bu toprakların böyle yeşil kalması ve şehrin bu kadar çabuk toparlanması çok daha derin şeyler anlatıyor sanki.

Umut tüneli. Anlatılanlar, yaşanılanlar. Eski görüntüler. Her şeye rağmen gülümseyen insanlar. Akşam ne yiyeceğimizi planlarken, ufacık şeyleri kafama takıp mutsuz olurken... Yıllar sonra orada olmak, kısa da olsa tünelin bir kısmını yürümek. Bizi ağlatan yerde gülümsemiş insanların olduğunu bilmek. Gülümsemenin bizim anladığımızdan daha derin hallerini görmek. Ve ağlamanın nasıl zor zamanlar için var olduğunu görmek...








Belgrad

Bosna'dan sonra Belgrad'a geçtik. Sırbistan'a. Yaşanılanları düşününce bu yazdığım sanki çok saçma bir cümleymiş gibi geliyor. Ama bu tamamen geçmişten gelen bir algı ve içeriği neredeyse tamamen boşalmış. Bosna'dan Sırbistan'a geçtik. Vize bile almadan. 






























































































Böyle bir gezinin son durağı olmak için çok güzel bir yer Belgrad. Büyük İskender'den başlayıp Tesla'ya kadar gelen tarihi karakterlerin; kurulmuş, güçlenmiş, savaşmış, dağılmış ülkelerin, muhteşem doğanın biriktiği son durak. Bir daha gelmeyecekmiş gibi köfte yenilen yer. "Kahvaltıda bile" Cengizhan :) 


 Bu  gezi bana çok şey öğretti. Çok sorunun cevabını verdi. Bildiklerimin ne kadar sığ olduğunu gösterdi. Benim için koca bir kelimenin anlamını değiştirdi. Balkanlar. Koca Balkan.

Video:


Not: Cranberries grubu Bosna için o dönem Avrupa'da şarkı yapan benim bildiğim tek popüler grup/sanatçı.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder