9 Temmuz 2013 Salı

Çaylak'tan Suuçtu'ya Suyun Peşinde: Çatal Dağ

        Neden yürüyüp öyle ormanda, dağda uyumalar falan? Buna verilecek hiç bir cevap aslını tam olarak karşılayamaz ama bişeyler de yazmak lazım. Evimizde öylece otururken yada yaşadığımız şehirde aynı şeyleri yapıp aynı yerlerde yürürken, aynı binalara ve aynı sisteme bakıp dururken bazen başka dünyalar hayal eder insan. Bunun için tiyatroya gider, kitap okur, film izler, başka şeyler dener vs. Benimki de o hesap içinde yaşadığım monotonluğun içinden çıkıp başka bir dünyaya dalmak, keşfetmek, izlemek, onunla yaşamak ve anlamak. Dışarıdan bakılınca "dağ bayır gezmek" olarak görünen bu eylem içine girildiğinde bazen kelebek olmak bazen bir ayıyı yaşamak oluverir. Bazen kirlenmemiş bir dere olursun bazen yaşlı yosun tutmuş bir ağaç. Artık senin ne olduğunun çok bir önemi kalmaz. Bu güzellikler içinde oradan oraya yüzer durursun. Karşına çıkan zorluklar, yorgunluklar, düşmeler, sıcak, soğuk aslında hepsi bu dünyanın cilveleridir. Her atlattığın zorlukta gerçekten yaşadığını hissedersin sadece. Bunlara kızmazsın. Banka atm'lerine benzemezler. Eğer bir sorun varsa gerçekten sorun vardır dijital değildir.Bazen ölüme yaklaştığını hissedersin ama yaşadığını en çok burada hissedersin. Ben bütün böyle olan yerlere DAĞ diyorum.

        İşte böyle olduğunu düşündüğüm yerlerden biri olan Çataldağ'a tırmanmaya Mert ve Emre'yle karar verdik. Çok daha kolay yollardan çıkma alternatifi olduğu halde biz biraz kaşınıp yolu Çaylak suyunun yatağından çizdik. Yolumuzu bulmak için telefona yüklediğimiz navigasyonu kullanıyoruz. Takıldığımız yerlerde ona bakıyoruz. Aslında hiçbirşeye bakmadan yürümeyi tercih ederim ama gitmemiz gereken yada kaçırmamamız gereken yerler olduğu için yapacak bişey yok mecbur planlı olmak zorundayız. Neyse herşeyin tamam olduğuna inandığımız gün yola çıktık. Arabayı amcama verdik ve bizi Çaylak'ın girişine bıraktı. İş bitince Suuçtu'da buluşacaktık. Yola koyulduk. Derken yol kayboldu. Tek yol dere yatağı görünüyordu. Bi şekilde takip etmeye başladık. Önümüze çıkan ufak tefek şelaleleri geçereken bayağı zorlandık.Yolun böyle başlaması biraz korkutucuydu.Gerçi ortada yol da yoktu. Sudan uzaklaşma şansımız da yoktu, etraf çalılıklarla kaplıydı. Bu sırada da suya girmeden yol almaya çalışıyorduk. Yani kayalarda süper mario vari hareketlerle. Karşımıza çin seddi gibi bir kaya çıktı. Dibi İngiliz şatoları gibi suyla doluydu. Üstüne de çıkamıyorduk. Tek yol yanından Prince of Persia gibi yan yan yürüyüp geçmekti. Emre az bi destekle bunu başardı.Ben geçerken de Mert destek sağladı. Ama Mert'e destek sağlayacak kimse yoktu.Ben biraz ilerledim yolun devamına bakmak için. Ama Mert ve Emre beklediğimden daha uzun kaldılar. Tam dönüp bakmak için yürümeye başlamıştım ki geldiklerini gördüm. Mert'in surat Çukurova gibi dümdüzdü. Düştüm dedi. Her şey mahvoldu. Bana komik geldi çünkü hepimiz mutlaka düşecektik zaten. Bi süre sonra Mert şapkasının da olmadığını farketti ve yüzü artık gobi çölü kadar kuraktı. Devam ettik. Biraz yükseldik.Artık Susurluk görünmeye başladı.Ayaklarımızın altındaydı ve dere yatağı sanki özel yapılmış taş bir yataktan akıyordu. Kimi zaman Pamukkale'deymişiz hissi uyandırdı. Bu sırada bitki örtüsü de değişmiş çalıların yerini meşe ağaçları almıştı. Hatta ortam taş dere yatağı ve kenarlarda meşe ağaçlarından oluşan duvarların oluşturduğu bir yola dönüştü. Yürüdük...


    Bu rotada ilk hedefimiz Gürece Köyü olacaktı. Yolun bu kısmının çabuk geçeceğini düşünmüştüm.Aksine bütün gezinin en zor yerlerinden birine dönüşmüştü. Bi süre daha yürüdükten sonra balık tutmaya çalışan birisini gördük. Gürece yakın mı dedik "uzak" dedi sadece. İnanmak istemedim. Yürüdük. Ortalıkta inek izleri vardı. Sonra inekleri de gördük. Yanlarında küçük bi çocuk vardı. O da köye uzak dedi. Sanki yürüdükçe köy uzaklaşıyordu. Yürüdük, yürüdük. Dere küçüldü. Tarlalar başladı. Minare göründü. Bahçeler başladı. Evler başladı ve Köye geldik. Beklediğimden ıssızdı.Köye girince beklemediğimden de ıssız olduğunu farkettim. Soru soracak insan bile bulamıyorduk.Öyle böyle derken köy kahvesine ve bakkala ulaştık. Kahve kapalı bakkal açıktı. Kahve önünde duran biri yaşlı iki kişi bize Susurluk'ta pazar olduğu için herkesin oraya gittiğini söyledi. Bakkaldan bişeyler alıp yerken çoraplarımızı kuruması için güneşe bıraktık(bu anlatım bozukluğu gibi geldi ama ne anlatmak istediğim de çok açık gibi geldi). Bu arada unuttum Emre ne kadar Mert kadar sansasyon yaratmasa da neredeyse kaburgasını kıracak kadar iyi bir düşüş yapıp güneş gözlüğüne elveda demişti. Köyde tazelendikten sonra yine yola koyulduk. Planladığımızdan biraz gecikmiştik. Ama artık yol vardı en azından. Önce baraja ordan da zirveye çıkmayı planlıyorduk. Yürüdük. Köyden çıkarken balık tutan çocukları gördük. Zaten yolda en büyük eğlencelerimizden biri suyun içindeki balıkları görmeye çalışmaktı. Çocuklar da bi kaç Kasna yakalamışlar bize gösteriyorlardı. Köyden çıkınca meyve bahçeleri baraja kadar bize eşlik etti. Göz haklarımızı orada bırakamadık. Bir iki elma armut kopardık. Barajın sağından yola devam ettik. Böyle yapay göller ne kadar hoşuma gitmese de bazen hoş görüntüler oluşturabiliyor. Çeşme başında biraz dinlendik ve yine yola devam ettik. Bu sırada çıkacağımız zirve daha da netleşmişti  ama aynı gün çıkabileceğimiz fikri ise silikleşiyordu. Saat 17 civarı olmuştu ve biz hem çok zaman hem çok enerji kaybetmiştik. Üstelik zirve hala uzaktı. Yaklaştıkça büyüklüğüne hayran kalıyorduk. Sanki kayalardan yapılmış bir duvar gibiydi. Çok yüksekti.Yürümeye devam ettik ve artık aradığımız yerlere de gelmeye başlamıştık. Orman yolları kenarlardan ağaçlarla daraltılmışsa ve otlar tarafından istila edilmişse doğru yoldayız demektir. Kelebekler etrafımızda dans ederken biz kenarlardaki böğürtlenleri kolluyorduk. Bu sırada taş çıkarmak için yarılmış bi yeri gördük içine akan dere suyu küçük bir göl yapmıştı. Biraz bayır çıktıktan sonra çok tatlı bir düzlükte gayet cömert bir erik ağacı bizi karşıladı. Bu sırada orman gitgide yabanileşiyor gürgenler ve kavaklar rüzgarın esişiyle değişik şarkılar çalıyolardı. Burada rüzgarın bedenini görebilirdiniz. Çok uzaklardan ağaçlara sürtünerek gelir, hepsinin üzerinden sırayla yuvarlanır ve yanına sokulup yüzüne ve tüm bedenine üfler geçer. Bütün bunu izlemek bile Ormana özgüdür. Rüzgarın bedeni hiç bir yerde böyle net görünmez. Biz  bu sırada sarı tatlı erikleri yiyeyerek yola devam ettik. Manzarası iyi bi yerde ve Çataldağ'ın o büyük kaya duvarının altında bir yerde mola verdik. Mert artık kamp yapmayı ve zirveye yarın çıkmayı teklif etti. Bu sırada çılgın bir rüzgar esiyordu. Daha uygun bir yer bulana kadar yürümeyi ve orda kamp yapmayı kararlaştırdık. 400 m. kadar sonra bir çeşme ve iki masa bizi karşıladı. bundan daha iyi bi yer aramaya gerek yoktu.Ateş yakıp yakmamak arasında kararsız kaldık ama bu yer pek rüzgar almıyordu. Çadırımızı kurduk ateşimizi yaktık.Mert'in dediği gibi ateş moraldir. Gece ateş yakmak bütün günü düşünmeye ve rahatlamaya, neden orada olduğunu düşünmeye çok yardımcı oluyor. Bütün yorgunluğu alıyor demeyeyim de unutturuyor olabilir. Ateş böcekleri de karanlıkta küçük gösteriler yapıyorlardı. Biz karnımızı çoktan doyurmuş ve keyfin sonuna gelmiştik.Gidip yattık. Uyuduk uyumadık, gece bişeyler geldi, çadıra elledi falan derken sabah oldu. Güneş ışıkları yaprakların arasından değil içlerinden süzülerek yeşilin ve sarının farklı bir tonuyla üzerimize düşüyor yavaş yavaş içimizi ısıtıyordu.Yine de uzun kollu ve bacaklı kıyafetlerimizi çıkarmak için serin gibiydi. Buz gibi akan çeşmenin suyunda yüzümüzü yıkadık. Çadırlarımızı topladık. Kahvaltıyı zirvede yapmaya karar verip cebimize doldurduğumuz fındıklarla yola koyulduk. Bi kaç hata yapsak da doğru yolu bulduk. Zirvede görünen o büyük beyaz kayanın arka tarafına dolaşıp oradan yukarı çıkmayı planlamıştık. Yol önce iyice daraldı sonra tamamen yok oldu. Çok yüksek bir eğim ve yoğun bir orman bizi bekliyordu. Yaklaşık 200m. kadar bu yolu tırmanacaktık. Kar sularının aktığını düşündüren bir yataktan yukarı doğru çıkmaya başladık.Gerçekten çok dikti. Çıktığımız zemin taş bir merdiveni andırıyordu ama basamaklar çoğu zaman hareketliydi. Bi kaç kez düşme tehlikesi ve hafif düşmeler yaşadık. Kimi zaman düz kimi zaman zikzaklar çizerek ormanı bitirdik. Beklediğimiz açıklığa gelmiştik. Burası kayalığın başladığı zirvenin arka kısmıydı.Büyük yalnız kayalar ve tek tük Ladin, Göknar cinsi ağaçlar vardı. Yolun bu kısmında unuttuğumu farkettiğim şeyler hissetim. Çocukluğumda okuduğum Aksakal beldesinin okul bahçesinde yürüdüğüm zamanlardaki garip duygular sanki tekrar ortaya çıkmıştı.Dağ yürüyüşlerinde bu çok başıma gelir.Unuttuğum bir koku, rüzgarın bir dokunuşu cümlelere dökemeyeceğim hatta hissetmeyi bile unuttuğum bi çok şeyi bana hatırlatır.Sanki kalbim büyür, hissedemediğim şeyleri hisseder. Yalnız duran yaşlı bir ağaca bakıp bütün mutluluğumu onunla sabitledim.Artık bu güzel hislerimin gerçek bir bedeni vardı.Dağın başındaki o yalnız ağaç.
                Çantalarımızı uygun bir kayanın dibine bırakıp zirveye çantasız çıktık. Yanımıza sadece biraz su ve fotoğraf makinasını aldık. Bu kısım da 60-70 m.'lik kaya zeminden oluşan dik bir yamaçtı. Çantasız olduğumuz için bu bölümü hızlı geçtik hatta kimi yerlerde koştuk. En tepesine vardığımızda üst üste binmiş büyük taşlar bizi karşıladı üstlerinden uçurum kısmına doğru ilerlememiz gerekiyordu.Zemini oluşturan kayaların kimi oyuklarında sular birikmiş kimi yerleriyse renkli yosunlarla kaplıydı. Hatta Mert evinin zeminini bu renkli kayalardan yapmayı düşündüğünü söyledi. Kayaların üstünden sıçrayarak uçurumun başladığı yere geldik. Aşağıdan bakıldığında bu kaya nereden görülebiliyorsa biz de oradan baktığımızda o yerlerin hepsini görebiliyorduk. Kayanın üstünde olduğumuz için çevremizde bizi engelleyen bir şey yoktu ve bu yüzden kimi zaman uçma hissi uyanıyordu içimizde. Mert de vermiş olduğu Kara Kartal pozlarıyla bu hissi tamamlıyordu. Yukarıdaki manzaraya biraz ara verip uçurumdan aşağı bakmaya karar verdim.Kenara yaklaştım, oturdum. Aşağı doğru uzanıp bakmamla geri kaçmam bir oldu. Bi yandan gülüyordum kendime bi yandan inanamıyordum. Çok şaşırmıştım. Kaç metre olduğunu tahmin edemem ama aşağı düşsem sanki ertesi gün ancak ölürmüşüm gibi hissettim. Emre'ye bağırdım "çabuk gel bak" diye. O da ilk baş benim gibi korkmadan gelip kolayca baktı ama gördüğü şey onuda çok etkilemişti. Tekrar bakmak için cesaretimizi topladık. Bu sefer oturarak değil yatarak bakmayı düşündük.Vücut ağırlığımız geride olursa düşmek daha zor olurdu tabi. Sürünerek yaklaştık ve sadece aşağıyı görebilecek kadar uçurumdan aşağı kafamızı uzattık.Kayalarda dans eden küçük kuşları izledik.Aşağıdaki koca ağaçların ne kadar küçük olduğuna hayret ettik. Kaya duvarın herhangi bi yerinde olduğumuzu düşündük kendimizi oralarda hayal ettik. Rüzgar çok sertti ve bizi çok az da olsa hareket ettiriyor olması işi daha da korkunçlaştırıyordu. Eğer böyle bişey lunaparkta olsa en pahalı bilete giriş yaptırılırdı. Bütün bunlar bir dakika bile sürmedi kenara çekildik ama çok etkilendik. Buraya çıktığımıza değdiğini, az bile olduğunu hissettik. Bi kaç fotoğraf ve sohbetten sonra geri dönüş başladı. Keşke gece burda kalabilmiş olsaydık diye konuştuk.
        Çantalarımızı bıraktığımız kayanın orada yiyeceklerimizi çıkarıp kahvaltımızı yaptık.Manzaraya karşı çok keyifliydi. Bi yanda Uludağ bi yanda Keltepe. Kahvaltı bitince toparlanıp yola devam ettik. Yine ormanın içinden, bu sefer 2 katı daha uzak mesafeye inecektik. Zemin ölü yapraklardan olşuyordu ve ağaçlar çoğu zaman en fazla bir kişinin geçebileceği kadar aralıklıydı. Genç ağaçlar, yaşlı ağaçlar, bildiğimiz türden ağaçların hiç görmediğimiz şekilde büyüyen türleri ve ölü ağaçlar. Bir tanesini yarı toprak yarı ağaç olarak gördük. Neredeyse toprağa dönüşmüş gövdesiyle ölü bir ağaç olmasına rağmen hayatına devam ediyordu aslında. Hiçbirşey doğayı bizim gibi öldürmüyor diye düşündüm. Ağaç ölmüş bile olsa toprakta başka şeyler için can oluyordu. Yürümeye devam ettik. Çok geçmeden çıkmaya çalıştığımız yolu bulduk üstüne bi de çeşmeyle karşılaştık. Bu sefer bu buz gibi suya ayaklarımızı soktuk.Sanki yolun en başına dönmüşüz gibi hissettirdi. Yola devam ettik, yol patikaya dönüştü ve bitti. Ama çizdiğim rotaya göre devam etmeliydi. Dikkatli baktığımda aşağıdaki vadiyi google earth' de yol olarak gördüğümü farkettim. Yapacak bişey yoktu tek şansımız bu yol görünümlü dere yatağını takip etmekti. Orman tabanını kaplamış yaklaşık bir metre boylarında makilerin arasından inişe geçtik ve bayağı indik. Bitti sandığımızda bu seferde yukarı tırmanmamız gerekti. İndiğimiz kadar da tırmandık. Değişik türde makiler yolumuzu çizerken bi yandan da dereyi kaybetmemeye çalışıyorduk. Dere aşağıda süzülürken biz de yukarıda oyun sonu canavarıyla karşılaştık. Sinekler! Ama öyle zararlı şeyler değil. Tek zararları sayıları. İlk başta böğürtlenlerin üzerinde küçük siyah noktalar olarak duruyorlardı. Üstlerinden geçmeye kalktığımızda heryer sinek oldu. O kadar çok sinek vardı ki nefes almak için ağzımda çok küçük bir boşluk bırakıp gözlerimi neredeyse tamamen kapamıştım. Yaklaşık on metre böyle devam ettim.Yine de ağzıma sinek girdi. Arkamdan gelen Emre de aynı yere girdi ve Emre sineklerden sadece siluet olarak görünüyordu. Mert ise sineklerin arasına girmemek için başka bir yol denedi ama orda da gidip suya düştü. Hepimiz bu ortamdan kurtulduktan sonra inişli çıkışlı orman yolculuğuna devam ettik.Son olarak dereye indik ve kısa bir süre sonra da yolu bulduk. Uzun bir süre bu yolu yürüdük. Üzerinde çilek olmayan yaban çileklerine " keşke" diyerek baktık. Yol kenarında sanki birisi tarafından yapılmış bahçeler gibi duran ladin veya göknar tipi ağaçlarla gürgen, kestane hatta bazen ıhlamur gibi ağaçların oluşturduğu çok özel peyzaj çalışmalarını hayranlıkla izledik. Kimi zaman bunlara çiçekli sarmaşıklar da eklendi..Uzun bir süre bu yolu yürüdük. Suuçtu şelalesine yakın olan alabalık tesislerinin tabelaları çıkmaya başladı karşımıza. Dere içinde ne bitkisi olduğunu bilmediğimiz çok büyük yapraklı (benim kadar) bitkilerle karşılaştık.Balık tutan bir adamı izledik. Yürüdük yürüdük sonunda patikalardan şelalenin üst kısmına vardık. Artık gelmiştik. Yola çıktığımızdan beri ilk defa kalabalık bir insan grubunu yukarıdan izliyorduk. Aşağıda, kayadan kaya atladığında mutlu olan insanlara bakıp  bizim yürüdğümüz yolu bilseler diye düşündük. Sonra bizden çok daha uzak mesafeleri ve çok daha gidilmemiş yerleri yürüyen insanları düşünüp hepimizin bu olayın bir parçası olduğumuzu düşündük. Kimi zaman bir parkta bi kelebeğin peşinde kimi zaman Elbruz dağının zirvesine tırmanırken kimi zamansa Suuçtu'nun altındaki kayadan kayaya atlamaya çalışırken. En başında da söylediğim gibi Dağ'da kim olduğunun önemi yok, bütün herşeyin ne olduğunun önemi var. Toprağa düşen ağaç gibi bir bütünün parçası olmanın önemi var. Olmaya çalışmanın önemi var. İşte suyun peşinden bu yüzden yürüdük. Dağ'ın kalbinde bu yüzden uyuduk. Rüzgarları salladı beşiğimizi. Dalları okşadı yüzümüzü. Bizi insan olmak için biraz daha eğitti...


Çok önceleri beraber çıkmayı hayal ettiğimiz arkadaşım Serhat DENİZ'e selamlar.















































































































































3 yorum:

  1. Teşekkür Ederim o güzel anlatımın ve çektiğiniz fotoğraflarla beni de o harika yerlere götürdüğün için.

    YanıtlaSil
  2. hala kamp yaptığım yerler...ve bu sinekler hep var.

    YanıtlaSil