2 Haziran 2015 Salı

Hangi İstanbul?

        Önceden beri hep müstakil evlerin olduğu düzenli bir kasabada yaşamayı düşlerdim. Yakınından tren yolu geçsin ve yine yakınlarında akarsu, göl veya deniz olsun. He bir de sırtını ormana versin. İnsanlar geceleri piyano, keman, akeordion gibi müzik aletlerinin çalındığı bir yerlerde takılsınlar falan filan... Böyle uzar gider. Sim City'de yapmak isteyenler için ayrıntıları mektupla yollayabilirim.
        
     

     Milyonlarca insan... Yaşamayı seçmiş yada seçmek zorunda kalmış. Hatta kimisine başka hiçbir seçenek sunulmamış. Bu İstanbul'u ilk görüşüm değil. Sokaklarında kaybolduğum da oldu tren saatlerini ezberlediğim zamanlar da. Ama bu sefer farklı. Bu sefer düşünmek için daha çok fırsatım vardı. İstanbul bu sefer konuşuyordu. Sokaklarında yürüdükçe o anlatıyor ben düşünüyordum.




 Deniz canavarı kıyıya yaklaştıkça homurdanması artıyordu. Belli ki kıyıya yaklaşmaktan çok memnun değildi. Bu sebeple denizdeki herkesi tehdit ediyordu. Hatta kıyıdakileri bile. Bandırma'lılar ne demek istediğimi çok iyi bilir. Karaya ayak bastık. Gerçek anlamda karaydı burası. Heryer duvar, beton ve fazlaca insan. Birbirine yabancı insanlar. Sanki hepsi farklı türdenmiş gibi yabancı. Herkes ne yaptığını çok iyi biliyormuşcasına hızlı ve hedefine kitlenmiş.Herkes o an sanki başka bir yerde olmak zorunda, sonra da başka bir yerde. Dalıyoruz Yeni Kapı'dan. Garip bir yoğunluğun içinde ilerliyoruz, sanki göç var. Dünya'ya özgü bir parça görmek çok zor. Belki bir sinek yada çevre düzenlemesi çiçeği... Makineleşmiş insanlarla bindiğimiz makine bizi gitmemiz gereken yere götürüyor.

     Sabah kalkıyoruz. Bastığım parke taşlarının aralarında bile toprak değil çöp parçaları görüyorum. Binalar olabildiğince yüksek ve yollar dar. Gökyüzünü görmek için başımı en yukarıya kaldırıyorum. Gökyüzü daralmış. Dükkan adı altında hiç bir yeri ve hiç bir şeyi görmeyen yerlerde çalışan insanlar var, makinecesine. Yaşayabilmek için ne kadar çok şeyden vazgeçtiklerini düşünüyorum. Gökyüzünden, topraktan. Yıllarca aşağlandım bu sevdiğim şeyler yüzünden. Şehirleri anlamadığım için. Taş toprak seviyorsun dediler. Size dağda domuz gelmiyor mu dediler. İşte sevdiğiniz şehrin arka bahçesi. Köleleşmiş insanlar ve metrodaki yalınayak çocuk. Kimler, kimler için çalışıyor? Kimler dünyayı sırtlanmış ve üstünde kimler yaşıyor? Hepsi aynı türden olduğunu mu düşünüyor? Bence bazıları diğerlerinin insanlığı konusunda farklı fikirlere sahip. Binaların arasına hapsedilmiş ama İstanbul'da yaşıyorum diyen insanların arasından uzaklaşıp denize ulaşıyoruz. Diğer canavara göre daha insaflı bir deniz taşıyıcısı çok sinirlenmeden bizi adalara götürüyor. Enteresan bir şekilde hala İstanbul'dayız...


































































     Evet hala İstanbuldayız ama burası az önce anlattığım yer değil. Estetik yarışına girmiş güzel bahçeli evler. Hani sadece bahçe bakım masrafları bile bizleri aşacak evler. Bir taraf deniz bir taraf çam ormanı. Balık, dondurma. Karşı olsam da fayton. Bisiklet. Motorlu araç yok gibi. Tarih. Müze... İstanbul dünyanın özeti gibi. Ormanın içinde denizin dibinde yaşayan küçük bir grup insan. Avm'den bir gömlek almak için gökyüzünden vazgeçmiş büyük bir grup insan. Bir sonraki aşama gökyüzünün ne olduğunu bile bilemeyecek, seçeneği kalmamış olan metrodaki yalınayaklı çocuk. Ama kızıyorum biz dağa çıktığımızda anlamayanlara. Sen dağ taş adamısın diyenlere. Çok kızıyorum. Bi de çok bilmiş edalarıyla benim anlamadığımı ima eder konuşmalarla "yea ama avm'de her şey var" havalarına. Çok özele giriyorum sanırım ama çok kızıyorum insanların rahatsız olmaları gereken şeyleri övmelerine. "Yea ama İstanbul çok güzel" Güzel tabi. Çıkar bakalım içinden tarihi mekanları, Sanat eserlerini, Sağda solda kalmış doğal bitki örtüsünü ve balıktan çok pisliğin olduğu boğazı. Bak bakalım güzel mi? Değil! Hiç bir güzellik yok o koca beton yığınlarında.Sen o yığının içinde ezile büzüle yaşyorsun. Sonra da İstanbul güzel diyorsun. Murat abimin bi lafı vardı " İstanbul sana güzel" diye. Şimdi anlıyorum...İstanbul güzel ama mutlaka bir başkasına.

      Beyin çalkantılarıyla Ada'dan dönüyoruz. Hala daha o dillere destan güzel İstanbul neresi karar veremedik. Adalar mı? Boğaz mı?  Yoksa sırf bunun gibi şeylerin etrefına yığılmış beton ve insan yığınlarının oluşturduğu koca alan mı?


    Ertesi gün Arkeoloji müzesine gidiyoruz. Müze konuşuyor. Sümer'lerden giriyor Mısır'a kadar gidiyor.  Ayasofya'ya da gidiyoruz. Bunlara yorum yapmak bana düşmez zaten hepsi hayranlık...
























     Müzeler çok konuşur. Çok soru sordurur. Mesela "ben bu dünyada ne yapıyorum?" gibi. Hatta "ben bu dünyada bunu yapıyorsam bu insanlar bundan yıllar önce bunu niye yapmış?" gibi.

   Müze gezisi bitince geçiyoruz İstiklal ve Galata'ya. Ünlerini hakediyorlar elbette. Ama duvar gibi gerçeği değiştiremiyorlar.Güzellikleri yoğun beton ve insan yığınları arasında soluklaşıyor. Belki  okuyan" insan yığınları" yazmama kızabilir. Ben de ona toplu taşıma araçlarında insanların bir yerden bir yere gitmek için nasıl birbirlerini ezdiğini yada parayla satılan balık ekmeği yiyebilmek ne akrobatlıklar yaptığını gözlemlemesini söylerim. Beni rahatsız eden o kadar çok şey var ki. En çok rahatsız eden de aynı şeylerin insanları rahatsız etmemesi. Bu yüzden insan yığınları demeye devam edeceğim çünkü insanlar yığılmaktan rahatsız değil.

   
     Hala daha neresi o anlatılan İstanbul karar verememiştim. Kafam karışıktı. Ben mi göremiyordum acaba yaşadığın yerde herkesin sana yabancı olması keyfini. Sanırım ben biraz geri kafalıydım. "Yani herşeye ulaşıyorsun işte ne istiyorsun yani köye gidip orta çağ şartlarında mı yaşayalım" diye kendi kendime zarf attım. Hep de bu söylenir. Köyde internet var mı? Bunu internet üzerinden yazmak da ayrı bir paradoks. Neyse konuya gelelim "köyde internet var mı benim telefonum çekmiyo da!" Kafanı kaldır, O betonların arasından çık. Annen erişte ve tarhana yapmayı bıraktığında bile aç kalma ihitmalin var senin. Hiç birşey üretmeden ve Dünya'nın gerçek zemininden olabildiğince uzaklaştın ve uzaklaştırılıyorsun. Kilo alıyorsun. Hantal yada çelimsizsin. Şehirde yürüyen merdivenler var senin için çünkü. Senin için herşeyi düşünür şehir. Tıka basa binersin o yakadan bu yakaya. Ama o yürüyen merdivene bindiğinde çok özelsin. Ve taçlandırırsın şehir sevgini, översin bayıla bayıla. Avm'de yakaladığın indirime sevinirsin. Bulduğun çevre düzenlemesi çimi üzerinde piknik yapmaya çalışırsın. Biraz entellektüel tarafın varsa bana şehirdeki tiyatrodan baleden konserlerden falan bahsedersin. Sanki her akşam gidiyormuşsun gibi.Onlar zaten sen ordasın diye orada. Bak babanların zamanında köyüne açık hava sinemaları gelirdi.Şimdi sen bile gitmiyorsun babanı görmeye.  Gençsen hadi anlarım aradığın şeyleri az çok bulursun ama onlar da zaten gençliğin oyalanmalarından başka bir şey olmaz. Yani bana şehiri anlatma. Şehrin imkanlarını yaşadığın sistem zaten sen başka bir yerde olsan oraya getirmek zorunda. Ama sen hiç talep etmedin. İtaat ettin. Şimdi Winzip dosyası gibi sıkıştırıldın ve boyutun küçüldü. Seni nereye gönderseler oraya gidersin...


    Son gün Koç Müzesi. Ne yok ki. Koca bir gün gezmeye yetmiyor. İnsan ne garip. Bunca güzel şey de onun eseri, bütün yazı boyunca anlattığım sığlık da onun. Herşey neden ve sonuç ilişkisi mi? Yoksa çomak somaya çalıştığım durum böyle olması gerektiği için mi böyle? Her yerde böyle mi? Birileri köle gibiyken birileri son derece vakit alan üst düzey hobilerle ilgilenebiliyor mu? Birileri gök yüzüne bile bakamazken birileri evinin arka penceresinden ormana ön penceresinden denize bakabiliyor mu? Bu her anlamda büyük fark insanlığın kaderi mi?  Böyle mi olmalı? bilmiyorum...


   Ama yine de son olarak şunu söylüyorum. O bırakıp kaçtığımız kırsaldaki evlerimiz, tarlalarımız, ağaçlarımız derelerimiz... Değerlerini seçeneğimiz kalmadığında ve oralara başkaları bayıla bayıla oturduğunda anlayacağız. Aslında çoktan başladı bile.Sadece kendine itiraf edemiyorsun diline doladığın o "organik" kelimesinin anlamını bundan 10-15 sene önce nasıl beğenmediğini. Ve "köy kahvaltısı" gibi uyduruk emitasyon tabelaları gördüğünde karmaşaya düşüyorsun. Acaba bu o inek boku kokuyor ve yolları toprak diye terkettiğin köy mü? Doğal kaynak suyu yazısı görüyorsun plastik şişenin üstünde. Kafan karışıyor acaba dağdaki o yalaklı çeşme doğal mıydı  diye ... Bütün yazdıklarıma bahane bulmak çok kolay zaten derin araştırmalar yapıp değil sadece hissetiklerimi yazıyorum. Ama yazıyı buraya kadar okuduysan lütfen şu soruyu kendine sor. "Ben nerede, nasıl ve ne için yaşıyorum?" cevabına baktığında mutlu değilsen değiştirmek için mutlaka bir şey yap çünkü aslında yaşamıyorsun.






















































































































































































































































     O anlatılan İstanbul'u bulamadık. Çünkü İstanbul bize kendini anlattı. Yine de anlatacağı daha çok şey vardı...  Biz denizin karşısındaki evimize geri döndük. Çok düşünmek cevabı bulacağın anlamına gelmiyor. Esen rüzgarda savrulan otların arasından denize ve uçuşan martılara bakmak seni mutlu ediyorsa bırak etsinler. İşte böyle  herzaman böyledir. Çünkü hep öyle olmuştur...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder